Taberi Kimdir ?

Taberi Kimdir ?

Doğum tarihi: Amul, İran

Ölüm tarihi ve yeri: MS 17 Şubat 923, Bağdat, Irak 

Taberi’nin Hayatı

224 yılı sonunda veya 225 yılı başında (839) Taberistan’ın merkezi Âmül’de doğdu; Âmülî, Taberî ve daha sonra Bağdat’a yerleştiği için Bağdâdî nisbeleriyle anılır. Hiç evlenmeyen Taberî’ye bazı İslâm ülkelerinde doğan çocuklara isimleri yanında künye de verilmesi geleneğine uyularak Ebû Ca‘fer künyesi verilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur. Çiftçilikle uğraşan babası, oğluyla ilgili rüyasının büyüyünce âlim olarak dinini savunacağı şeklindeki yorumundan dolayı onun yetişmesi için büyük çaba sarfetmiş ve kendisine ciddi gelir getirecek arazi bırakmıştır. Taberî, ilk öğrenimine memleketi Âmül’de Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyerek ve ardından hadis yazarak başladı. İlim tahsili için beş yıl kadar sürecek ilk seyahatini on iki yaşında iken Rey’e yaptı; orada İbn Humeyd er-Râzî’den çok sayıda hadis aldı ve tefsir okudu. Müsennâ b. İbrâhim el-Âmülî’den hadis ve bazı İsrâiliyat haberlerini, Ebû Mukātil’den Hanefî fıkhını öğrendi. Ahmed b. Hammâd ed-Dûlâbî’den, tarihini yazarken çok faydalandığı İbn İshak’ın Kitâbü’l-Mübtedeʾinin (Sîretü İbn İsḥâḳ) Seleme b. Mufaddal yoluyla gelen rivayet icâzetini elde etti (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 50). Daha sonra Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere çeşitli âlimlerden faydalanmak amacıyla Bağdat’a gitti; ancak oraya ulaşmadan Ahmed b. Hanbel’in vefatını öğrendi. Bir yıl kadar süren ikameti esnasında Za‘ferânî ile Ebû Saîd el-İstahrî’den Şâfiî fıkhını okudu. Ardından Basra’ya yöneldi. Muhammed b. Beşşâr el-Bündâr ve İbnü’l-Müsennâ başta olmak üzere bazı muhaddislerden Hz. Ali’nin Basra ziyareti sırasında rivayet ettikleri dahil birçok hadisle Câhiliye, siyer ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemi haberlerinin rivayet icâzetini aldı. Ayrıca Vâsıt’taki muhaddislerden birçok hadisin rivayet icâzetini elde edip önemli bir ilim ve kültür merkezi olan Kûfe’ye geçti. Kûfe’de hadis ve haber yönünden ünlü Ebû Küreyb Muhammed b. Alâ, Hennâd b. Serî, İsmâil b. Mûsâ’dan hadis yazdı; Süleyman b. Hallâd’dan kıraat, bazı âlimlerden Câhiliye devri şiiri yanında Arap dili ve edebiyatını öğrendi. İki yıl kadar süren bu seyahatlerinin ardından Bağdat’a döndü. Ya‘kūb b. İbrâhim ed-Devrakī’nin el-Müsned’ini yazdı; Ahmed b. Yûsuf et-Tağlebî’den kıraat dersleri aldı ve Ebû Zür‘a er-Râzî, İbnü’l-Müneccim, Ebû Hâtim es-Sicistânî gibi âlimlerden dinî ilimlerle Arap dili ve edebiyatı okudu. Mısır’a gitmek için Bağdat’tan ayrıldı; Suriye’ye ve sahil şehirlerine uğradı. Beyrut’ta bir müddet kalıp Abbas b. Velîd el-Beyrûtî’nin yanında Şamlılar’ın kıraati üzere Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetti ve 253 (867) yılında Fustat’a geçti.

224 yılı sonunda veya 225 yılı başında (839) Taberistan’ın merkezi Âmül’de doğdu; Âmülî, Taberî ve daha sonra Bağdat’a yerleştiği için Bağdâdî nisbeleriyle anılır. Hiç evlenmeyen Taberî’ye bazı İslâm ülkelerinde doğan çocuklara isimleri yanında künye de verilmesi geleneğine uyularak Ebû Ca‘fer künyesi verilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur. Çiftçilikle uğraşan babası, oğluyla ilgili rüyasının büyüyünce âlim olarak dinini savunacağı şeklindeki yorumundan dolayı onun yetişmesi için büyük çaba sarfetmiş ve kendisine ciddi gelir getirecek arazi bırakmıştır. Taberî, ilk öğrenimine memleketi Âmül’de Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyerek ve ardından hadis yazarak başladı. İlim tahsili için beş yıl kadar sürecek ilk seyahatini on iki yaşında iken Rey’e yaptı; orada İbn Humeyd er-Râzî’den çok sayıda hadis aldı ve tefsir okudu. Müsennâ b. İbrâhim el-Âmülî’den hadis ve bazı İsrâiliyat haberlerini, Ebû Mukātil’den Hanefî fıkhını öğrendi. Ahmed b. Hammâd ed-Dûlâbî’den, tarihini yazarken çok faydalandığı İbn İshak’ın Kitâbü’l-Mübtedeʾinin (Sîretü İbn İsḥâḳ) Seleme b. Mufaddal yoluyla gelen rivayet icâzetini elde etti (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 50). Daha sonra Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere çeşitli âlimlerden faydalanmak amacıyla Bağdat’a gitti; ancak oraya ulaşmadan Ahmed b. Hanbel’in vefatını öğrendi. Bir yıl kadar süren ikameti esnasında Za‘ferânî ile Ebû Saîd el-İstahrî’den Şâfiî fıkhını okudu. Ardından Basra’ya yöneldi. Muhammed b. Beşşâr el-Bündâr ve İbnü’l-Müsennâ başta olmak üzere bazı muhaddislerden Hz. Ali’nin Basra ziyareti sırasında rivayet ettikleri dahil birçok hadisle Câhiliye, siyer ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemi haberlerinin rivayet icâzetini aldı. Ayrıca Vâsıt’taki muhaddislerden birçok hadisin rivayet icâzetini elde edip önemli bir ilim ve kültür merkezi olan Kûfe’ye geçti. Kûfe’de hadis ve haber yönünden ünlü Ebû Küreyb Muhammed b. Alâ, Hennâd b. Serî, İsmâil b. Mûsâ’dan hadis yazdı; Süleyman b. Hallâd’dan kıraat, bazı âlimlerden Câhiliye devri şiiri yanında Arap dili ve edebiyatını öğrendi. İki yıl kadar süren bu seyahatlerinin ardından Bağdat’a döndü. Ya‘kūb b. İbrâhim ed-Devrakī’nin el-Müsned’ini yazdı; Ahmed b. Yûsuf et-Tağlebî’den kıraat dersleri aldı ve Ebû Zür‘a er-Râzî, İbnü’l-Müneccim, Ebû Hâtim es-Sicistânî gibi âlimlerden dinî ilimlerle Arap dili ve edebiyatı okudu. Mısır’a gitmek için Bağdat’tan ayrıldı; Suriye’ye ve sahil şehirlerine uğradı. Beyrut’ta bir müddet kalıp Abbas b. Velîd el-Beyrûtî’nin yanında Şamlılar’ın kıraati üzere Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetti ve 253 (867) yılında Fustat’a geçti.

Mısır’daki ikameti esnasında üç büyük Şâfiî âlimi İsmâil b. Yahyâ el-Müzenî, Rebî‘ b. Süleyman el-Murâdî ve Ebû Abdullah İbn Abdülhakem’den Şâfiî fıkhını öğrendi. Arap dili ve edebiyatı uzmanı Ebü’l-Hasan Ali b. Serrâc el-Mısrî ile yakın dostluk kurdu; onunla hadis, fıkıh, dil, sarf ve nahivle şiire dair sohbetlerde bulundu. Bir edebî sohbet meclisinde aruz söz konusu edilince pek bilmediği bu konuyu Halîl b. Ahmed’in Kitâbü’l-ʿArûż adlı eserinden inceledi. Ayrıca Yûnus b. Abdüla‘lâ es-Sadefî’den hem Mâlikî fıkhını hem de Hamza ile Verş’in kıraatlerini okudu. Fustat’ta çeşitli ilim dallarında yetişmiş bir şahsiyet olarak büyük bir şöhrete ulaştı. Taberî bu arada Dımaşk’a gitti ve oradaki bazı âlimlerden hadis ve kıraat dersleri aldıktan sonra tekrar Fustat’a geldi ve 256 (870) yılında Bağdat’a döndü.

Hayatının elli yıldan fazla bir süresini geçirdiği Bağdat’ta pek çok muhaddisin yaşamış olduğu Kantaratülberedân adlı mahallede yerleşti. Câmiʿu’l-beyân adlı tefsirini yazdıktan sonra 290 (903) yılında şehrin batı tarafındaki Şemmâsiye’ye taşındı. Babasının bıraktığı araziden gelen para ile geçindi. Abbâsî Veziri Ebü’l-Hasan İbn Hâkān’ın teklif ettiği kadılık ve Dîvân-ı Mezâlim reisliği dahil hiçbir görevi kabul etmedi. Sadece aylık 10 dinar karşılığında bu vezirin çocuklarının eğitim işini üstüne aldı. Diğer Abbâsî Veziri Abbas b. Hasan el-Cercerâî’nin talebiyle Laṭîfü’l-ḳavl adlı fıkıh kitabını telif etti, ancak vezirin gönderdiği 1000 dinarı da almadı (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XIV, 270). Abbâsî Halifesi Müktefî-Billâh’ın arzusu üzerine vakıfla ilgili bir risâle kaleme aldığı sırada halifenin verdiği hediyeyi de kabul etmeyince kendisine hediyeyi kabul etmesi veya bir isteğinin yerine getirilmesinin şart olduğu söylenince cuma günleri maksûreden soru sorulmasının halife tarafından yasaklanmasını istedi ve bu isteği yerine getirildi.

Ömrünün sonuna kadar tasnif ve telifle meşgul olan Taberî birçok talebe yetiştirdi; onlara eserlerini takrir edip yazdırdı; ilim meclislerine katılıp sohbetlerde bulundu, sorulan sorulara ve fetvalara cevap verdi. Telif ve tasnif ettiği eserlerle kıraat, tefsir, meânî, hadis, fıkıh ve tarih alanlarında büyük bir otorite haline geldi. Bu arada Bağdat’taki Hanbelîler ve Zâhirî mezhebi mensuplarının kendisine düşmanlıkları yüzünden büyük sıkıntı çekti. Ahmed b. Hanbel’i fakih olarak kabul etmeyip bilhassa İḫtilâfü’l-fuḳahâʾ adlı eserinde onun fıkhî görüşlerine yer vermemesi Hanbelîler’i aleyhine çevirdi (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 58). Taberî’nin, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “makām-ı mahmûd”u (el-İsrâ 17/79) Hanbelîler’in Resûl-i Ekrem’in arşta Allah’ın sağ yanında oturacağı makam diye yorumlamalarını kabul etmemesi bu düşmanlığın bir diğer sebebi diye gösterilir. Mutaassıp bazı Hanbelîler evini taşlamışlar ve kendisine zulmetmişlerdir. Taberî’nin daha sonra Ahmed b. Hanbel’in düşüncelerini savunan Kitâbü’l-İʿtiẕâr’ı yazdığı ve İḫtilâfü’l-fuḳahâʾ adlı eserini toprağa gömdüğü, ayrıca makām-ı mahmûd’la ilgili olarak tefsirinde Hanbelîler’in görüşünü kabul etmemekle birlikte böyle bir anlayışın ihtimal dahilinde olabileceğini söylediği zikredilmektedir. Taberî, Zâhirî mezhebinin kurucusu Dâvûd b. Ali el-İsfahânî’nin derslerine devam eder, ondan hadis alır ve ilmî tartışmalarda bulunurdu. Bir gün Dâvûd’un talebelerinden biri onun hocasının fikirlerine karşı gelmesine öfkelenip ağır sözler sarfedince Taberî toplantıyı terketti ve bir daha onun derslerine katılmadı. Ayrıca Zâhirîler aleyhine Kitâbü’r-Red ʿalâ ẕi’l-esfâr adlı eserini yazmaya başladı; 100 varak kadar yazdıktan sonra Dâvûd’un vefatını öğrenince kitabın yazımını bıraktı. Buna rağmen Dâvûd’un oğlu Muhammed onun aleyhine Kitâbü’l-İntiṣâr min Muḥammed b. Cerîr eṭ-Ṭaberî adlı bir kitap kaleme aldı (a.g.e., XVIII, 78-80; Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XIII, 100, 110). Öte yandan Taberî’nin Mâide sûresinin 6. âyetindeki “ercüleküm” kelimesinin “ercüliküm” şeklinde okunmasıyla abdest alınırken iki ayağın yıkanması yanında meshedilmesini de câiz görmesi (Câmiʿu’l-beyân, VI, 81-87) kendisine Şiîler’le aynı görüşte olduğu ithamının yapılmasına yol açtı.

Taberî, Şiîler’in Hz. Ali’nin imâmeti bakımından büyük önem atfettikleri Gadîr-i Hum’la ilgili hadisin farklı râviler yoluyla gelen sahih bir hadis olduğuna dair tesbitleri dolayısıyla da Şiîlik’le irtibatlandırıldı. Ancak Taberî, kendi memleketi Taberistan’da Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’a dil uzatılması yüzünden bu halifelerin faziletlerine dair ayrı ayrı eserler kaleme almaya başladı, ayrıca Abbas’ın faziletlerini yazmayı kararlaştırdı ve kendisinin Râfizîlik ve Şiîlik’le ilgisinin olmadığını ortaya koyan üç ayrı risâle kaleme aldı (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 84-85). Buna rağmen gerek sağlığında gerekse vefatından sonra bazı Hanbelîler ile Zâhirîler onun aleyhinde pek çok dedikodu yaptı, zaman zaman derslerinin dinlenmesini engelledi. Bilhassa onun önceleri Şâfiî mezhebine mensupken bir müctehid olarak kendi fıkhî görüşlerini ortaya koyup Cerîriyye (Taberiyye) diye anılan bir fıkıh mektebi kurmasının da aleyhinde ileri sürülen görüşlerin oluşmasında etkisi kabul edilmektedir. Taberî 27 Şevval 310 (17 Şubat 923) tarihinde vefat etti ve ertesi gün evine defnedildi (Hatîb, II, 166). Yâkūt el-Hamevî ise diğer rivayetlerde Şiîlik’le itham edilmesi yüzünden onun geceleyin çok az bir cemaatin iştirakiyle cenazesinin gizlice kaldırıldığını söyler (Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 40; farklı ölüm tarihleri ve kabrinin Mısır’da bulunduğuna dair yanlış rivayetler için bk. Ahmed Abdülbâkī, s. 194-195; Kurt, s. 16-17; Cerrahoğlu, XVI [1968], s. 82).

Taberî çok güzel konuşan, sağlığı konusunda baş ucunda sakladığı Ali b. Rabben et-Taberî’nin Firdevsü’l-ḥikme adlı eserindeki tavsiyelere uyan, iffetli, giyimi temiz ve davranışları çok zarif, samimi, talebelerine ve diğer insanlara karşı bir dost ve baba gibi davranan, zühd ve takvâ sahibi, her işini ciddiyetle ele alan, düzenli bir hayatı olan ve zamanını çok iyi değerlendiren bir şahsiyetti. Sabahleyin evinde çalışmalarına başlar, ikindiye kadar telif ve tasnif işiyle uğraşırdı. İkindi namazı için camiye gider, akşam namazına kadar talebelere ders verir, kitaplarını ya kendisi okur veya talebelerinden birine okuturdu. Akşam namazından sonra bilhassa fıkhî konuların ele alındığı ders halkasını toplar, yatsıdan sonra evine çekilir, telif çalışmalarını geceleri evinde sürdürürd

Yazdığı tefsir dolayısıyla “imâmü’l-müfessirîn” diye anılan Taberî, sünnet ve hadis ilimleri sahasında Tirmizî ve Nesâî tabakasında veya altıncı tabaka ricâlinden bir muhaddis, fıkıh, ilm-i hilâf ve mukayeseli fıkıhta mezhep kurucusu bir müctehid-imam, tarih alanında “şeyhü’l-müverrihîn” kabul edilen, Arap dili ve edebiyatı, aruz ve beyan ilimlerine vâkıf, aynı zamanda bir şair, ahlâk ve terbiye sahalarında kitap yazmış, felsefe, mantık, cedel, tıp, cebir ve riyâziyyât alanında zengin bir kültüre sahip büyük bir şahsiyet olup birçok talebe yetiştirmiştir. İbnü’n-Nedîm, onun hayatı ve eserleri hakkında bilgi verdikten sonra kurduğu Cerîriyye mezhebine intisap eden âlimler arasında Ali b. Abdülazîz ed-Dûlâbî, Muâfâ en-Nehrevânî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed el-Kâtib gibi on bir ilim adamının ismini verir (el-Fihrist, s. 340-343). Talebelerinden Kûfe kadısı Ahmed b. Kâmil ve Ebü’l-Hasan Alemüddin Ahmed b. Yahyâ, Taberî’nin hayatına, fıkhî görüşlerine ve icmâ anlayışına dair müstakil risâleler kaleme almış veya tarih kitabına zeyil yazmışlardır. Talebesi olmayan Ebû Muhammed Abdülazîz b. Muhammed et-Taberî ile Kıftî de onun hakkında zamanımıza intikal etmemiş birer hal tercümesi telif etmiştir (Havfî, s. 79-87; Taberî’nin diğer hocaları ve talebeleri için bk. Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XIV, 268-269; İbrâhim Muhammed Selkīnî, I, 24-34

Taberî’nin günümüze ulaşan eserleri incelendiğinde kendisinin Ehl-i sünnet ve Selef yoluna bağlı olduğu, Cebriyye, Kaderiyye ve bilhassa Mu‘tezile’ye karşı açıkça tavır aldığı görülür. Bu hususta sahâbî ve tâbiîn yolundan gitmiş, “Okuduğum Kur’an mahlûktur” diyenlerle her türlü münasebetin kesilmesi ve kendilerine mürted muamelesi yapılması gerektiğini söylemiştir. Kaderin değişmezlik vasfına inanmayanların mümin sayılamayacağını, böyle düşünen Kaderiyye mensuplarının İslâm ümmetinin Mecûsîler’i olduğunu ileri sürmüştür. Taberî’nin Cebriyye’den olmadığını vurgulayan Ahmed Muhammed el-Havfî, Yâkūt el-Hamevî’nin bu konudaki iddiasına Taberî’nin birçok âyetin tefsirinde dile getirdiği görüşlerini delil göstererek karşı çıkar (eṭ-Ṭaberî, s. 247-252). Mu‘tezile’nin bütün görüşlerini reddeden Taberî, kıyamet gününde Allah’ın müminler tarafından görüleceği, Resûlullah’ın âhirette ümmetine şefaatte bulunacağı, büyük günah işleyen müminlerin cehennemde ebedî kalmayacakları ve bu âlemde her şeyin Allah’ın meşîetiyle vuku bulduğu şeklindeki Selefî görüşleri savunur. Hâricîler’den ve Râfizîler’den ashaba sövenleri, Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın halife olduğunu kabul etmeyenleri ağır ifadelerle tenkit eder. Ona göre iman söz ve amelden ibaret olup artar ve eksilir. Allah’ı anmak ve O’na hamdetmek imanı arttırır; buna karşılık O’nu unutmak ve O’na isyan etmek imanı eksiltir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, I, Mukaddime, tür.yer.; Ṣarîḥu’s-sünne, tür.yer.; ayrıca bk. akaide ait diğer risâleleri).

Bağdat’ta on yıl kadar Şâfiî mezhebine göre fetva veren Taberî, bilhassa diğer mezheplerin görüşlerini inceleyip delillerini zikrettiği eseri İḫtilâfü’l-fuḳahâʾyı yazdıktan sonra kendi bağımsız fıkhî görüşlerini ortaya koymaya başlamıştır. Ancak çok küçük bir parçası günümüze ulaşan bu eserin ve belki de kendisinden bir asır sonra Cerîriyye mezhebinin takipçisi kalmaması sebebiyle diğer fıkhî kitaplarının kaybolması yüzünden Taberî’nin fıkhî görüşleri ancak tefsirindeki ahkâm âyetleriyle ilgili yerlerde yaptığı açıklamalardan ve başta talebeleri olmak üzere düşüncelerini aktaran diğer müelliflerin kitaplarından öğrenilebilmektedir. Onun tefsirinin yalnızca rivayet tefsiri olmadığını gösteren bu husus, kendisinin aynı zamanda iyi bir kıraat âlimi sayılmasının etkisiyle farklı fıkhî görüşlerini ortaya koymasına imkân hazırlamıştır. Zaman zaman şâz kıraatlere yer vermesinden dolayı eleştirilen Taberî’nin bazı âyetlerin tefsirinde kıraat ihtilâflarına ve Arapça dil kaidelerine dayanarak tercihlerde bulunduğu bilinmekte ve tefsirinde dikkat çeken birçok örnek yer almaktadır (Albayrak, XLII [2001], s. 97-130; Gülle, sy. 9 [2004], s. 65-85). Bu sebeple Hatîb el-Bağdâdî, Taberî’den sözüyle hüküm verilen, bilgisi ve fazileti dolayısıyla görüşüne başvurulan, birçok ilmi şahsında toplayan, sünnetin sahihini uydurmasından, nâsihini mensuhundan ayırabilen, hükümlerinde sahâbe, tâbiîn ve onlardan sonrakilerin görüşlerini takip eden bir imam ve insanlık tarihini çok iyi bilen bir tarihçi diye söz etmektedir (Târîḫu Baġdâd, II, 163).

Taberî’nin hadis alanındaki seviyesini ve çalışmalarını değerlendiren İbnü’n-Nedîm onun Mısır, Şam, Irak, Kûfe, Basra ve Rey’de yüksek seviyedeki senedlere (muhaddislere) ulaştığını ve onlardan hadis alıp yazdığını söyler (el-Fihrist, s. 340). Aynı zamanda sika bir muhaddis olan Taberî yalnız hadisle ilgili eserlerinde değil başta kıraat, tefsir, fıkıh ve tarih alanındaki eserlerinde de aynı rivayet usulüne bağlı kalmıştır. Ahkâm âyetlerine dair tefsirlerinde olduğu gibi diğer konularla ilgili hususlarda da hadisleri hep senedleriyle birlikte zikreder. Bir kısmı günümüze ulaşan Tehẕîbü’l-âs̱âr adlı müsnedinde Hz. Ebû Bekir’den başlayarak aşere-i mübeşşere, Ehl-i beyt mensupları ve onların mevâlîsi ile tamamlayamadığı İbn Abbas’ın rivayet ettiği her hadisin çeşitli senedlerini, illetlerini, fıkha ve sünnete dair ihtiva ettiği hükümleri, ulemânın ihtilâf ettiği hususları, açıklanması gereken garîb kelimeleri açıkladığı görülür. Onun bu çalışmasının, insanları hadis sahasında başka bir kitaba başvurmaya ihtiyaç bırakmayacak seviyede olduğunu söyleyen daha sonraki âlimler eserini tamamlayamamasından dolayı üzüntülerini dile getirirler (Hatîb, II, 163; Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 41, 45, 74-76; Sübkî, III, 121). İḫtilâfü’l-fuḳahâʾda önce fakihlerin görüşünü, ardından bu görüşü kimin naklettiğini belirterek farklı bir usul uygulamıştır. Hadislerin sened ve metin değerlendirmesini yaptığı tefsirinde ve Tehẕîbü’l-âs̱âr adlı eserindeki metoduna mukabil kendisini büyük bir şöhrete ulaştıran Târîḫu’l-ümem ve’l-mülûk adlı tarihinde gerek Resûlullah’tan rivayet edilen hadislerde gerekse hadisle ilgili olmayan yerlerde ve konularda rivayetleri aldığı kaynağın yalnız senedini zikretmekle yetinir ve aynı konudaki farklı muhtevalı haberleri sıralayarak hangi rivayetin daha doğru olduğuyla ilgili tercihi okuyucuya bırakır; çok az yerde kendi tercihini belirtir. Tarihine kaydettiği haberlerin senedinde rivayet icâzetini aldığı kitaplardan yaptığı nakillerde “haddesenâ, ahberenâ, ketebe” ibarelerini kullanmasına karşılık diğer kitaplardan yaptığı iktibaslarda “kāle, zekere, ravâ, huddistü, uhbirtü, ruviye” gibi ifadelere yer vermiştir. Hicretin ilk üç asrında neredeyse bütün kitaplarda kullanılan isnad usulüne bağlı kalarak senedde müelliflerin adını zikretmekle yetinmiş ve kitapların adını yazmamıştır. Fuat Sezgin’in, “Senedlerde geçen râvilerden en az biri müelliftir” şeklindeki tesbitinden hareketle (GAS [Ar.], I/1, s. 146; I/2, s. 3-25; İTED, II/1 [1957], s. 19-36) iktibasta bulunduğu kitapların belirlenmesi de mümkündür.

Ancak Taberî, tefsirinde ve tarihinde Hz. Âdem’in yaratılışından başlayarak geçmiş peygamberler ve bunların ümmetleri hakkında bilgi aktarırken senedlerin niteliğine bakmaksızın daha çok Kâ‘b el-Ahbâr, Vehb b. Münebbih, İbn Cüreyc, İbn İshak ve Süddî’nin rivayetlerine dayanarak pek çok İsrâiliyat’a yer vermiştir. Ona göre tarih bilgisi insanın aklî delillerine veya düşünüp bulduğu sebeplere dayanmaz; senedleriyle râvileri gösterilen haber ve rivayetlere dayanır. Çünkü geçip gidenlere ve sonradan gelenlere dair haberler, bunları görmeyen ve o zamanları idrak etmeyenlere ancak onları gören ve işitenlerin haber vermesiyle ulaşır (Târîḫ, I, 7-8). Bu husus, yalnız İsrâiliyatla ilgili olmayıp tarihine aldığı diğer haberler için de yerine getirmeye çalıştığı önemli bir metot sorunu olmuş, ulaştığı veya elde ettiği haberleri aynen muhafazaya gayret etmiş, kendisini geçmişle gelecek arasında bir aracı diye görmüştür. Ona göre tefsirle tarih arasında bir paralellik bulunmaktadır; meşîet-i ilâhiyyenin insan fiillerindeki tezahürü tarihle, kelâmındaki Allah’ın iradesi tefsirle açıklanır. Taberî’nin en önemli özelliği, İslâm’ın ilk üç asrında (50-250/670-864) yazılan kitapları incelemesi ve teliflerini bunlara dayanarak yapmasıdır. Ebü’l-Kāsım el-Verrâk’ın onun kıyasa dair kitapları kendisi için toplamasını istediğini, topladığı otuz küsur kitabı ona verip bir müddet sonra geri alınca kitapların bazı yerlerine işaretler koymuş olduğunu söylemesi (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 81) eserlerini yazarken zengin bir literatürden yararlandığını göstermektedir.

Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd el-Âmülî et-Taberî el-Bağdâdî (ö. 310/923)

Câmiʿu’l-beyân ve Târîḫu’l-ümem ve’l-mülûk adlı eserleriyle tanınan müfessir, tarihçi, muhaddis ve fakih.

224 yılı sonunda veya 225 yılı başında (839) Taberistan’ın merkezi Âmül’de doğdu; Âmülî, Taberî ve daha sonra Bağdat’a yerleştiği için Bağdâdî nisbeleriyle anılır. Hiç evlenmeyen Taberî’ye bazı İslâm ülkelerinde doğan çocuklara isimleri yanında künye de verilmesi geleneğine uyularak Ebû Ca‘fer künyesi verilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur. Çiftçilikle uğraşan babası, oğluyla ilgili rüyasının büyüyünce âlim olarak dinini savunacağı şeklindeki yorumundan dolayı onun yetişmesi için büyük çaba sarfetmiş ve kendisine ciddi gelir getirecek arazi bırakmıştır. Taberî, ilk öğrenimine memleketi Âmül’de Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyerek ve ardından hadis yazarak başladı. İlim tahsili için beş yıl kadar sürecek ilk seyahatini on iki yaşında iken Rey’e yaptı; orada İbn Humeyd er-Râzî’den çok sayıda hadis aldı ve tefsir okudu. Müsennâ b. İbrâhim el-Âmülî’den hadis ve bazı İsrâiliyat haberlerini, Ebû Mukātil’den Hanefî fıkhını öğrendi. Ahmed b. Hammâd ed-Dûlâbî’den, tarihini yazarken çok faydalandığı İbn İshak’ın Kitâbü’l-Mübtedeʾinin (Sîretü İbn İsḥâḳ) Seleme b. Mufaddal yoluyla gelen rivayet icâzetini elde etti (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 50). Daha sonra Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere çeşitli âlimlerden faydalanmak amacıyla Bağdat’a gitti; ancak oraya ulaşmadan Ahmed b. Hanbel’in vefatını öğrendi. Bir yıl kadar süren ikameti esnasında Za‘ferânî ile Ebû Saîd el-İstahrî’den Şâfiî fıkhını okudu. Ardından Basra’ya yöneldi. Muhammed b. Beşşâr el-Bündâr ve İbnü’l-Müsennâ başta olmak üzere bazı muhaddislerden Hz. Ali’nin Basra ziyareti sırasında rivayet ettikleri dahil birçok hadisle Câhiliye, siyer ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemi haberlerinin rivayet icâzetini aldı. Ayrıca Vâsıt’taki muhaddislerden birçok hadisin rivayet icâzetini elde edip önemli bir ilim ve kültür merkezi olan Kûfe’ye geçti. Kûfe’de hadis ve haber yönünden ünlü Ebû Küreyb Muhammed b. Alâ, Hennâd b. Serî, İsmâil b. Mûsâ’dan hadis yazdı; Süleyman b. Hallâd’dan kıraat, bazı âlimlerden Câhiliye devri şiiri yanında Arap dili ve edebiyatını öğrendi. İki yıl kadar süren bu seyahatlerinin ardından Bağdat’a döndü. Ya‘kūb b. İbrâhim ed-Devrakī’nin el-Müsned’ini yazdı; Ahmed b. Yûsuf et-Tağlebî’den kıraat dersleri aldı ve Ebû Zür‘a er-Râzî, İbnü’l-Müneccim, Ebû Hâtim es-Sicistânî gibi âlimlerden dinî ilimlerle Arap dili ve edebiyatı okudu. Mısır’a gitmek için Bağdat’tan ayrıldı; Suriye’ye ve sahil şehirlerine uğradı. Beyrut’ta bir müddet kalıp Abbas b. Velîd el-Beyrûtî’nin yanında Şamlılar’ın kıraati üzere Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetti ve 253 (867) yılında Fustat’a geçti.

Mısır’daki ikameti esnasında üç büyük Şâfiî âlimi İsmâil b. Yahyâ el-Müzenî, Rebî‘ b. Süleyman el-Murâdî ve Ebû Abdullah İbn Abdülhakem’den Şâfiî fıkhını öğrendi. Arap dili ve edebiyatı uzmanı Ebü’l-Hasan Ali b. Serrâc el-Mısrî ile yakın dostluk kurdu; onunla hadis, fıkıh, dil, sarf ve nahivle şiire dair sohbetlerde bulundu. Bir edebî sohbet meclisinde aruz söz konusu edilince pek bilmediği bu konuyu Halîl b. Ahmed’in Kitâbü’l-ʿArûż adlı eserinden inceledi. Ayrıca Yûnus b. Abdüla‘lâ es-Sadefî’den hem Mâlikî fıkhını hem de Hamza ile Verş’in kıraatlerini okudu. Fustat’ta çeşitli ilim dallarında yetişmiş bir şahsiyet olarak büyük bir şöhrete ulaştı. Taberî bu arada Dımaşk’a gitti ve oradaki bazı âlimlerden hadis ve kıraat dersleri aldıktan sonra tekrar Fustat’a geldi ve 256 (870) yılında Bağdat’a döndü.

Hayatının elli yıldan fazla bir süresini geçirdiği Bağdat’ta pek çok muhaddisin yaşamış olduğu Kantaratülberedân adlı mahallede yerleşti. Câmiʿu’l-beyân adlı tefsirini yazdıktan sonra 290 (903) yılında şehrin batı tarafındaki Şemmâsiye’ye taşındı. Babasının bıraktığı araziden gelen para ile geçindi. Abbâsî Veziri Ebü’l-Hasan İbn Hâkān’ın teklif ettiği kadılık ve Dîvân-ı Mezâlim reisliği dahil hiçbir görevi kabul etmedi. Sadece aylık 10 dinar karşılığında bu vezirin çocuklarının eğitim işini üstüne aldı. Diğer Abbâsî Veziri Abbas b. Hasan el-Cercerâî’nin talebiyle Laṭîfü’l-ḳavl adlı fıkıh kitabını telif etti, ancak vezirin gönderdiği 1000 dinarı da almadı (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XIV, 270). Abbâsî Halifesi Müktefî-Billâh’ın arzusu üzerine vakıfla ilgili bir risâle kaleme aldığı sırada halifenin verdiği hediyeyi de kabul etmeyince kendisine hediyeyi kabul etmesi veya bir isteğinin yerine getirilmesinin şart olduğu söylenince cuma günleri maksûreden soru sorulmasının halife tarafından yasaklanmasını istedi ve bu isteği yerine getirildi.

Ömrünün sonuna kadar tasnif ve telifle meşgul olan Taberî birçok talebe yetiştirdi; onlara eserlerini takrir edip yazdırdı; ilim meclislerine katılıp sohbetlerde bulundu, sorulan sorulara ve fetvalara cevap verdi. Telif ve tasnif ettiği eserlerle kıraat, tefsir, meânî, hadis, fıkıh ve tarih alanlarında büyük bir otorite haline geldi. Bu arada Bağdat’taki Hanbelîler ve Zâhirî mezhebi mensuplarının kendisine düşmanlıkları yüzünden büyük sıkıntı çekti. Ahmed b. Hanbel’i fakih olarak kabul etmeyip bilhassa İḫtilâfü’l-fuḳahâʾ adlı eserinde onun fıkhî görüşlerine yer vermemesi Hanbelîler’i aleyhine çevirdi (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 58). Taberî’nin, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “makām-ı mahmûd”u (el-İsrâ 17/79) Hanbelîler’in Resûl-i Ekrem’in arşta Allah’ın sağ yanında oturacağı makam diye yorumlamalarını kabul etmemesi bu düşmanlığın bir diğer sebebi diye gösterilir. Mutaassıp bazı Hanbelîler evini taşlamışlar ve kendisine zulmetmişlerdir. Taberî’nin daha sonra Ahmed b. Hanbel’in düşüncelerini savunan Kitâbü’l-İʿtiẕâr’ı yazdığı ve İḫtilâfü’l-fuḳahâʾ adlı eserini toprağa gömdüğü, ayrıca makām-ı mahmûd’la ilgili olarak tefsirinde Hanbelîler’in görüşünü kabul etmemekle birlikte böyle bir anlayışın ihtimal dahilinde olabileceğini söylediği zikredilmektedir. Taberî, Zâhirî mezhebinin kurucusu Dâvûd b. Ali el-İsfahânî’nin derslerine devam eder, ondan hadis alır ve ilmî tartışmalarda bulunurdu. Bir gün Dâvûd’un talebelerinden biri onun hocasının fikirlerine karşı gelmesine öfkelenip ağır sözler sarfedince Taberî toplantıyı terketti ve bir daha onun derslerine katılmadı. Ayrıca Zâhirîler aleyhine Kitâbü’r-Red ʿalâ ẕi’l-esfâr adlı eserini yazmaya başladı; 100 varak kadar yazdıktan sonra Dâvûd’un vefatını öğrenince kitabın yazımını bıraktı. Buna rağmen Dâvûd’un oğlu Muhammed onun aleyhine Kitâbü’l-İntiṣâr min Muḥammed b. Cerîr eṭ-Ṭaberî adlı bir kitap kaleme aldı (a.g.e., XVIII, 78-80; Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XIII, 100, 110). Öte yandan Taberî’nin Mâide sûresinin 6. âyetindeki “ercüleküm” kelimesinin “ercüliküm” şeklinde okunmasıyla abdest alınırken iki ayağın yıkanması yanında meshedilmesini de câiz görmesi (Câmiʿu’l-beyân, VI, 81-87) kendisine Şiîler’le aynı görüşte olduğu ithamının yapılmasına yol açtı. Taberî, Şiîler’in Hz. Ali’nin imâmeti bakımından büyük önem atfettikleri Gadîr-i Hum’la ilgili hadisin farklı râviler yoluyla gelen sahih bir hadis olduğuna dair tesbitleri dolayısıyla da Şiîlik’le irtibatlandırıldı. Ancak Taberî, kendi memleketi Taberistan’da Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’a dil uzatılması yüzünden bu halifelerin faziletlerine dair ayrı ayrı eserler kaleme almaya başladı, ayrıca Abbas’ın faziletlerini yazmayı kararlaştırdı ve kendisinin Râfizîlik ve Şiîlik’le ilgisinin olmadığını ortaya koyan üç ayrı risâle kaleme aldı (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 84-85). Buna rağmen gerek sağlığında gerekse vefatından sonra bazı Hanbelîler ile Zâhirîler onun aleyhinde pek çok dedikodu yaptı, zaman zaman derslerinin dinlenmesini engelledi. Bilhassa onun önceleri Şâfiî mezhebine mensupken bir müctehid olarak kendi fıkhî görüşlerini ortaya koyup Cerîriyye (Taberiyye) diye anılan bir fıkıh mektebi kurmasının da aleyhinde ileri sürülen görüşlerin oluşmasında etkisi kabul edilmektedir. Taberî 27 Şevval 310 (17 Şubat 923) tarihinde vefat etti ve ertesi gün evine defnedildi (Hatîb, II, 166). Yâkūt el-Hamevî ise diğer rivayetlerde Şiîlik’le itham edilmesi yüzünden onun geceleyin çok az bir cemaatin iştirakiyle cenazesinin gizlice kaldırıldığını söyler (Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 40; farklı ölüm tarihleri ve kabrinin Mısır’da bulunduğuna dair yanlış rivayetler için bk. Ahmed Abdülbâkī, s. 194-195; Kurt, s. 16-17; Cerrahoğlu, XVI [1968], s. 82).

Taberî çok güzel konuşan, sağlığı konusunda baş ucunda sakladığı Ali b. Rabben et-Taberî’nin Firdevsü’l-ḥikme adlı eserindeki tavsiyelere uyan, iffetli, giyimi temiz ve davranışları çok zarif, samimi, talebelerine ve diğer insanlara karşı bir dost ve baba gibi davranan, zühd ve takvâ sahibi, her işini ciddiyetle ele alan, düzenli bir hayatı olan ve zamanını çok iyi değerlendiren bir şahsiyetti. Sabahleyin evinde çalışmalarına başlar, ikindiye kadar telif ve tasnif işiyle uğraşırdı. İkindi namazı için camiye gider, akşam namazına kadar talebelere ders verir, kitaplarını ya kendisi okur veya talebelerinden birine okuturdu. Akşam namazından sonra bilhassa fıkhî konuların ele alındığı ders halkasını toplar, yatsıdan sonra evine çekilir, telif çalışmalarını geceleri evinde sürdürürdü.

Yazdığı tefsir dolayısıyla “imâmü’l-müfessirîn” diye anılan Taberî, sünnet ve hadis ilimleri sahasında Tirmizî ve Nesâî tabakasında veya altıncı tabaka ricâlinden bir muhaddis, fıkıh, ilm-i hilâf ve mukayeseli fıkıhta mezhep kurucusu bir müctehid-imam, tarih alanında “şeyhü’l-müverrihîn” kabul edilen, Arap dili ve edebiyatı, aruz ve beyan ilimlerine vâkıf, aynı zamanda bir şair, ahlâk ve terbiye sahalarında kitap yazmış, felsefe, mantık, cedel, tıp, cebir ve riyâziyyât alanında zengin bir kültüre sahip büyük bir şahsiyet olup birçok talebe yetiştirmiştir. İbnü’n-Nedîm, onun hayatı ve eserleri hakkında bilgi verdikten sonra kurduğu Cerîriyye mezhebine intisap eden âlimler arasında Ali b. Abdülazîz ed-Dûlâbî, Muâfâ en-Nehrevânî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed el-Kâtib gibi on bir ilim adamının ismini verir (el-Fihrist, s. 340-343). Talebelerinden Kûfe kadısı Ahmed b. Kâmil ve Ebü’l-Hasan Alemüddin Ahmed b. Yahyâ, Taberî’nin hayatına, fıkhî görüşlerine ve icmâ anlayışına dair müstakil risâleler kaleme almış veya tarih kitabına zeyil yazmışlardır. Talebesi olmayan Ebû Muhammed Abdülazîz b. Muhammed et-Taberî ile Kıftî de onun hakkında zamanımıza intikal etmemiş birer hal tercümesi telif etmiştir (Havfî, s. 79-87; Taberî’nin diğer hocaları ve talebeleri için bk. Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XIV, 268-269; İbrâhim Muhammed Selkīnî, I, 24-34).

Taberî’nin günümüze ulaşan eserleri incelendiğinde kendisinin Ehl-i sünnet ve Selef yoluna bağlı olduğu, Cebriyye, Kaderiyye ve bilhassa Mu‘tezile’ye karşı açıkça tavır aldığı görülür. Bu hususta sahâbî ve tâbiîn yolundan gitmiş, “Okuduğum Kur’an mahlûktur” diyenlerle her türlü münasebetin kesilmesi ve kendilerine mürted muamelesi yapılması gerektiğini söylemiştir. Kaderin değişmezlik vasfına inanmayanların mümin sayılamayacağını, böyle düşünen Kaderiyye mensuplarının İslâm ümmetinin Mecûsîler’i olduğunu ileri sürmüştür. Taberî’nin Cebriyye’den olmadığını vurgulayan Ahmed Muhammed el-Havfî, Yâkūt el-Hamevî’nin bu konudaki iddiasına Taberî’nin birçok âyetin tefsirinde dile getirdiği görüşlerini delil göstererek karşı çıkar (eṭ-Ṭaberî, s. 247-252). Mu‘tezile’nin bütün görüşlerini reddeden Taberî, kıyamet gününde Allah’ın müminler tarafından görüleceği, Resûlullah’ın âhirette ümmetine şefaatte bulunacağı, büyük günah işleyen müminlerin cehennemde ebedî kalmayacakları ve bu âlemde her şeyin Allah’ın meşîetiyle vuku bulduğu şeklindeki Selefî görüşleri savunur. Hâricîler’den ve Râfizîler’den ashaba sövenleri, Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın halife olduğunu kabul etmeyenleri ağır ifadelerle tenkit eder. Ona göre iman söz ve amelden ibaret olup artar ve eksilir. Allah’ı anmak ve O’na hamdetmek imanı arttırır; buna karşılık O’nu unutmak ve O’na isyan etmek imanı eksiltir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, I, Mukaddime, tür.yer.; Ṣarîḥu’s-sünne, tür.yer.; ayrıca bk. akaide ait diğer risâleleri).

Bağdat’ta on yıl kadar Şâfiî mezhebine göre fetva veren Taberî, bilhassa diğer mezheplerin görüşlerini inceleyip delillerini zikrettiği eseri İḫtilâfü’l-fuḳahâʾyı yazdıktan sonra kendi bağımsız fıkhî görüşlerini ortaya koymaya başlamıştır. Ancak çok küçük bir parçası günümüze ulaşan bu eserin ve belki de kendisinden bir asır sonra Cerîriyye mezhebinin takipçisi kalmaması sebebiyle diğer fıkhî kitaplarının kaybolması yüzünden Taberî’nin fıkhî görüşleri ancak tefsirindeki ahkâm âyetleriyle ilgili yerlerde yaptığı açıklamalardan ve başta talebeleri olmak üzere düşüncelerini aktaran diğer müelliflerin kitaplarından öğrenilebilmektedir. Onun tefsirinin yalnızca rivayet tefsiri olmadığını gösteren bu husus, kendisinin aynı zamanda iyi bir kıraat âlimi sayılmasının etkisiyle farklı fıkhî görüşlerini ortaya koymasına imkân hazırlamıştır. Zaman zaman şâz kıraatlere yer vermesinden dolayı eleştirilen Taberî’nin bazı âyetlerin tefsirinde kıraat ihtilâflarına ve Arapça dil kaidelerine dayanarak tercihlerde bulunduğu bilinmekte ve tefsirinde dikkat çeken birçok örnek yer almaktadır (Albayrak, XLII [2001], s. 97-130; Gülle, sy. 9 [2004], s. 65-85). Bu sebeple Hatîb el-Bağdâdî, Taberî’den sözüyle hüküm verilen, bilgisi ve fazileti dolayısıyla görüşüne başvurulan, birçok ilmi şahsında toplayan, sünnetin sahihini uydurmasından, nâsihini mensuhundan ayırabilen, hükümlerinde sahâbe, tâbiîn ve onlardan sonrakilerin görüşlerini takip eden bir imam ve insanlık tarihini çok iyi bilen bir tarihçi diye söz etmektedir (Târîḫu Baġdâd, II, 163).

Taberî’nin hadis alanındaki seviyesini ve çalışmalarını değerlendiren İbnü’n-Nedîm onun Mısır, Şam, Irak, Kûfe, Basra ve Rey’de yüksek seviyedeki senedlere (muhaddislere) ulaştığını ve onlardan hadis alıp yazdığını söyler (el-Fihrist, s. 340). Aynı zamanda sika bir muhaddis olan Taberî yalnız hadisle ilgili eserlerinde değil başta kıraat, tefsir, fıkıh ve tarih alanındaki eserlerinde de aynı rivayet usulüne bağlı kalmıştır. Ahkâm âyetlerine dair tefsirlerinde olduğu gibi diğer konularla ilgili hususlarda da hadisleri hep senedleriyle birlikte zikreder. Bir kısmı günümüze ulaşan Tehẕîbü’l-âs̱âr adlı müsnedinde Hz. Ebû Bekir’den başlayarak aşere-i mübeşşere, Ehl-i beyt mensupları ve onların mevâlîsi ile tamamlayamadığı İbn Abbas’ın rivayet ettiği her hadisin çeşitli senedlerini, illetlerini, fıkha ve sünnete dair ihtiva ettiği hükümleri, ulemânın ihtilâf ettiği hususları, açıklanması gereken garîb kelimeleri açıkladığı görülür. Onun bu çalışmasının, insanları hadis sahasında başka bir kitaba başvurmaya ihtiyaç bırakmayacak seviyede olduğunu söyleyen daha sonraki âlimler eserini tamamlayamamasından dolayı üzüntülerini dile getirirler (Hatîb, II, 163; Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 41, 45, 74-76; Sübkî, III, 121). İḫtilâfü’l-fuḳahâʾda önce fakihlerin görüşünü, ardından bu görüşü kimin naklettiğini belirterek farklı bir usul uygulamıştır. Hadislerin sened ve metin değerlendirmesini yaptığı tefsirinde ve Tehẕîbü’l-âs̱âr adlı eserindeki metoduna mukabil kendisini büyük bir şöhrete ulaştıran Târîḫu’l-ümem ve’l-mülûk adlı tarihinde gerek Resûlullah’tan rivayet edilen hadislerde gerekse hadisle ilgili olmayan yerlerde ve konularda rivayetleri aldığı kaynağın yalnız senedini zikretmekle yetinir ve aynı konudaki farklı muhtevalı haberleri sıralayarak hangi rivayetin daha doğru olduğuyla ilgili tercihi okuyucuya bırakır; çok az yerde kendi tercihini belirtir. Tarihine kaydettiği haberlerin senedinde rivayet icâzetini aldığı kitaplardan yaptığı nakillerde “haddesenâ, ahberenâ, ketebe” ibarelerini kullanmasına karşılık diğer kitaplardan yaptığı iktibaslarda “kāle, zekere, ravâ, huddistü, uhbirtü, ruviye” gibi ifadelere yer vermiştir. Hicretin ilk üç asrında neredeyse bütün kitaplarda kullanılan isnad usulüne bağlı kalarak senedde müelliflerin adını zikretmekle yetinmiş ve kitapların adını yazmamıştır. Fuat Sezgin’in, “Senedlerde geçen râvilerden en az biri müelliftir” şeklindeki tesbitinden hareketle (GAS [Ar.], I/1, s. 146; I/2, s. 3-25; İTED, II/1 [1957], s. 19-36) iktibasta bulunduğu kitapların belirlenmesi de mümkündür.

Ancak Taberî, tefsirinde ve tarihinde Hz. Âdem’in yaratılışından başlayarak geçmiş peygamberler ve bunların ümmetleri hakkında bilgi aktarırken senedlerin niteliğine bakmaksızın daha çok Kâ‘b el-Ahbâr, Vehb b. Münebbih, İbn Cüreyc, İbn İshak ve Süddî’nin rivayetlerine dayanarak pek çok İsrâiliyat’a yer vermiştir. Ona göre tarih bilgisi insanın aklî delillerine veya düşünüp bulduğu sebeplere dayanmaz; senedleriyle râvileri gösterilen haber ve rivayetlere dayanır. Çünkü geçip gidenlere ve sonradan gelenlere dair haberler, bunları görmeyen ve o zamanları idrak etmeyenlere ancak onları gören ve işitenlerin haber vermesiyle ulaşır (Târîḫ, I, 7-8). Bu husus, yalnız İsrâiliyatla ilgili olmayıp tarihine aldığı diğer haberler için de yerine getirmeye çalıştığı önemli bir metot sorunu olmuş, ulaştığı veya elde ettiği haberleri aynen muhafazaya gayret etmiş, kendisini geçmişle gelecek arasında bir aracı diye görmüştür. Ona göre tefsirle tarih arasında bir paralellik bulunmaktadır; meşîet-i ilâhiyyenin insan fiillerindeki tezahürü tarihle, kelâmındaki Allah’ın iradesi tefsirle açıklanır. Taberî’nin en önemli özelliği, İslâm’ın ilk üç asrında (50-250/670-864) yazılan kitapları incelemesi ve teliflerini bunlara dayanarak yapmasıdır. Ebü’l-Kāsım el-Verrâk’ın onun kıyasa dair kitapları kendisi için toplamasını istediğini, topladığı otuz küsur kitabı ona verip bir müddet sonra geri alınca kitapların bazı yerlerine işaretler koymuş olduğunu söylemesi (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 81) eserlerini yazarken zengin bir literatürden yararlandığını göstermektedir.

Eserleri. 1. Câmiʿu’l-beyân ʿan teʾvîli âyi’l-Ḳurʾân. Taberî’nin tam olarak zamanımıza ulaşan iki kitabından biri olup İslâm dünyasında Kur’an âyetleriyle ilgili Hz. Peygamber, ashap, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiînden gelen rivayetleri toplamasıyla meşhur olan hacimli tefsiridir. Müellifin kendi görüşleri yanında daha önceki yorum ve tercihleri de ihtiva eden eser ilk defa Mustafa b. Muhammed el-Bâbî el-Halebî tarafından Kur’an’ın her cüzü bir cilt ve sonuncusu fihrist olmak üzere otuz bir cilt halinde basılmıştır (Kahire 1321, 1323-1330, 1373-1376). Ardından Ahmed Muhammed Şâkir ve Mahmûd Muhammed Şâkir ile (I-XVI, Kahire 1955-1969) Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî (I-XXIII, Riyad 1424/2003) tarafından iki ilmî neşri gerçekleştirilmiştir. Eserin birçok muhtasarı yanında tercümeleri de bulunmaktadır. Muhammed Ali es-Sâbûnî ve Sâlih Ahmed Rızâ’nın hazırladığı Muḫtaṣaru Tefsîri’ṭ-Ṭaberî, Kerim Aytekin ve Hasan Karakaya ile (I-IX, İstanbul 1996) Mehmet Keskin (I-VI, İstanbul, ts.) tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

2. Târîḫu’l-ümem ve’l-mülûk. Günümüze tam olarak ulaşan ikinci eseridir. Daha önce yazılmış ve zamanımıza intikal etmemiş birçok kitaptan yaptığı nakiller dolayısıyla büyük değeri bulunan eseri ilk defa M. Jean de Goeje ile birlikte bir grup şarkiyatçı yayımlamış (I-XV, Leiden 1879-1901), daha sonra çeşitli baskıları, zeyilleri ve muhtasarları yapılmış, farklı dillere tercüme edilmiştir.

3. Ẕeylü’l-müẕeyyel. Târîḫu’l-ümem’in sonunda basılan ve eksik olduğu anlaşılan kitapta Hz. Hatice’yle ilgili bir paragraflık bilgi verilmekte, 8-161 (629-778) arasında yirmi altı farklı yılda vefat eden bazı sahâbî ve tâbiînin isimlerine, kısmen hayat ve şahsiyetlerine dair bilgiler yer almakta, bu arada Resûlullah’tan hadis rivayet eden bazı kişilerin, bunlar arasında bazı hanımların adları zikredilmektedir. Yâkūt bu kitabın 300 (912-13) yılından sonra kaleme alındığını, 1000 varak hacmindeki çalışmayı

4. Tehẕîbü’l-âs̱âr ve tafṣîlü’s̱-s̱âbit ʿan Resûlillâhi ṣallallāhu ʿaleyhi ve sellem mine’l-aḫbâr. Taberî, Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inden faydalanarak önce aşere-i mübeşşere ile Ehl-i beyt mensupları ve onların mevâlîsinin rivayet ettiği hadisleri yazmaya başladığı bu eserini tamamlayamamış; ayrıca yazdıklarının bir kısmı da zamanımıza ulaşmamıştır. Hz. Ömer ile eksik olan Abdullah b. Abbas’ın müsnedlerini ikişer ve Hz. Ali’nin müsnedini tek cilt halinde Mahmûd Muhammed Şâkir (Kahire 1982); Hz. Ali’nin müsnedini Nâsır b. Sa‘d er-Reşîd (I-IV, Mekke 1404) ve Abdülkayyûm Abdürabbinnebî (I-II, Mekke 1402/1984); Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’ın müsnedlerini Ali Rızâ b. Abdullah b. Ali Rızâ el-Cüzʾü’l-mefḳūd adıyla tek cilt halinde (Dımaşk 1416/1995) yayımlamıştır.

5. Tebṣîrü üli’n-nühâ meʿâlimi’l-hüdâ (et-Tebṣîr fî meʿâlimi’d-dîn). Akaide ait bir risâle olup Ali b. Abdülazîz b. Ali eş-Şibl tarafından notlar ve İbn Bâz’ın bazı ta‘likleriyle beraber neşredilmiştir (Riyad 1416/1996).

6. Ṣarîḥu’s-sünne. Yine akaide dair eseri Bedr b. Yûsuf el-Ma‘tûk yayımlamıştır (Küveyt 1405/1985). Benzer konuda küçük bir risâlesi de el-Cüzʾ fi’l-iʿtiḳād adıyla basılmıştır (Bombay 1311/1893).

7. İḫtilâfü’l-fuḳahâʾ (İḫtilâfü ʿulemâʾi’l-emṣâr fî aḥkâmi şerâʾiʿi’l-İslâm). Bu hacimli eserden iki ayrı parça günümüze ulaşmış ve bunlardan birini F. Kern İḫtilâfü’l-fuḳahâʾ (Kahire 1902; Beyrut, ts.), diğerini J. Schacht Kitâbü’l-Cihâd ve kitâbü’l-cizye ve aḥkâmi’l-muḥâribîn (Leiden 1933) adıyla yayımlamıştır. Taberî bu eserinde Ebû Hanîfe, Mâlik b. Enes, Evzâî, Hasan-ı Basrî, İbn Ebû Leylâ, Şâfiî gibi fakihlerin görüşlerini ve ihtilâf ettikleri noktaları ele almıştır.

8. el-Câmiʿ fi’l-ḳırâʾât. Yâkūt’un verdiği bilgiye göre Medine, Mekke, Kûfe, Basra, Suriye ve Mısır’daki kurrânın Kur’an’daki meşhur ve şâz kıraatlerini ve bunların illetlerini anlattığı on sekiz ciltlik bu kitabın (Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 45, 65) eksik ve şüpheli bir nüshası Ezher Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Sezgin, GAS [Ar.], I/2, s. 168).

Müellifin fıkha dair günümüze ulaşmayan başka eserleri de vardır: Basîṭu’l-ḳavl fî aḥkâmi şerâʾiʿi’l-İslâm, Âdâbü’l-ḳażâʾ, Laṭîfü’l-ḳavl fî aḥkâmi şerâʾiʿi’l-İslâm, el-Ḥafîf fî aḥkâmi şerâʾiʿi’l-İslâm, er-Red ʿalâ ẕi’l-esfâr, Edebü’n-nüfûsi’l-ceyyide ve’l-aḫlâḳu’n-nefîse adlı dört ciltlik eseri de zamanımıza intikal etmemiştir. Bu kitabın Ebû Saîd Ömer b. Ahmed ed-Dîneverî el-Verrâk’ın eline geçtiği ve Suriye seyahati esnasında iki cildini kaybettiği zikredilir (Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, XVIII, 76-77). Taberî’ye başka kitap ve risâleler de nisbet edilmiştir; bunların bir kısmı bazı kitaplarının bölüm başlıkları, bazıları başlayıp tamamlayamadıkları veya düşünüp yazamadıklarıdır; bazılarının da ona nisbeti doğru değildir (Rosenthal, s. 5-134; Gilliot, Exégèse, s. 39-68).

 


Web Tasarım